ARZUM

2014 yılı başlarında artık Homend hikayesini kapatmıştım ama bu bir plan dahilinde değildi. Önce bir durmak ve dinlenmek, etrafı, insanları, fırsatları bir anlamak gerekir diye düşünmüştüm, zira ben elimdeki işi yaparken başka şeye konsantre olmayı sevmem ve nerede olduğumu da pek de tartmam, inandığım işin peşinde 24 saatim geçer ve son 5 yıldan beri de aynen böyle yaşamıştım. Yani öncesinde alınmış bir karar, sıkılmış bir el yoktu. Bence bu iyi de bir yöntemdi, çünkü birçok öneriyi dinleme fırsatı bulabildim. Bir işte çalışırken iş görüşmesi yaparken gizlilik, etik vs gibi ilkelerle aslında sınırlı bir çevre içinde nasıl bir yöne gitmek istediğinizi şekillendirebiliyorsunuz, oysa durduğunuzda ve kendinizi özgürleştirdiğinizde çok daha temiz bir kafa ile seçimlerinizi yapıyorsunuz. Benim de öyle oldu.

Birçok güzel öneriye rağmen, Sevgili Murat Kolbaşı ile bir öğleden sonrası Beylerbeyinde boğaza karşı yaptığımız çok uzun bir sohbetin sonunda Arzum’un hikayesinin bir parçası olmak ve hatta ikinci 50 yılına hazırlanma, dönüşüm ve kurumsallaşma hikayesini yazma fırsatını iliklerimde hissettim ve o gün neredeyse el sıkışarak birbirimizden ayrıldık. Süreç tamamlandığında Mart olmuştu ve ben 17 Mart’ta Arzum’da ARGE Direktörü olarak işe başladım.

Söylemiştim ya kutuları pek sevmem diye, ünvanım ARGE de olsa kafamda ARZUM’un yıllarca üreticisi, inovasyon sağlayıcısı olarak çalışıp, sonra da Homend’de özellikle mutfak kategorilerinde “distruptive” ve “agile” bir rakibi olarak ARZUM için sağlam bir SWOT analizim ve ilk 6 ayda yapılacaklar, ilk 1 yılda yapılacaklar listem aklımda durmadan sıralamayı değiştirmek ve daha öne geçmek için birbirleriyle yarışıyorlardı.

Burada bir durmak ve nefes almak istiyorum. Başladıktan sanırım 2 ay sonraydı, çok mutsuzdum ve yanlış bir seçim yaptığımı düşünmeye başlamıştım. Burası çok büyük bir yapıydı ve içeride “burada işler böyle yürür” diyen eskiler ve “ben globalden geldim, biz böyle yapıyorduk” diyen yenilerin uğultusundan başka bir şey duyulmuyordu. Ben de onlardan biri olmak üzereydim ve hayal ettiğim bu değildi. Eğer önümü açamazsam ve aklındakileri yapamazsam başarısızlığa mahkum olacaktım ve bu kariyerim için çok kötü bir haberdi. Bir başlangıç yapmıştım ve başarılı bir hikaye yazmadan ayrılamazdım, başarısızlığa pek tahammülüm yoktu (hala da yok aslında) ve bu yapı beni başarısız edebilirdi.

Sıfırdan bir marka kurmayı çok zorlu bir süreç olarak düşünüyor ve yeri geldiğinde tüm sürecin zorluklarını ve bunları nasıl aştığımı ballandıra ballandıra anlatıyordum. Oysa asıl iş 50 yıllık bir kültürü ve iş yapış şekli olan yapının içinden başarılı bir iş çıkarabilmekti ve ben ilk kez korkuyordum. O günlerdeki duygumu abartılmış bir örnekle anlatayım. 3sn de 100km ye çıkmak isteyen bir arabayı uzun süre sağ şeritten gitmeye zorlamak gibiydi ve hatta arabalarda bir hız kontrol düğmesi vardır ya o düğmeme basılmış ve ben gaza basmaya çalıştıkca o garip zorla durdurma sesi geliyor gibi hissediyordum. Çok şey değişmeliydi ki ben hızlanabileyim. O dönem CEO muz da olan YKB Sevgili Murat Kolbaşı ile çok hem fikirdik, aynı kafadaydık ama bu hiç yeterli değildi, içerideki yönetişim, süreçler, akışlar, roller vs hepsinde hızlanmak ve değişmek gerekiyordu.

Silkelendim, korkumu üzerinden çabuk attım ve hızla işe koyuldum.

Önce Arzum’un tasarım kimliğini netleştirmek istiyordum, tasarım ofisimiz ile hemen kolları sıvadık ve çalışmaya başladık, 4 aylık bir çalışmanın ardından kimliğimiz hazırdı ve ilk ürün ailemizin tasarımları çıkmaya başlamıştı.

Bir yandan da 2014 yılı Arzum’un OKKA lansmanı hazırlığında olduğu bir yıldı, lansman hazırlığı yapılıyordu ama ürün son haline gelmemişti, zaman çok daralmıştı. o son dokunuşları yapmak bana denk gelmişti ve en öncelikli işlerimden biri de en doğru ürünün pazara sunulmasını sağlamaktı. Neyseki deneyim ve teknik altyapımdan gelen bilgimin de desteği ile herşey çok yolunda gitti ve Eylül 2014de OKKA lansmanını gerçekleştirdik. O ilk 6 ayda OKKA’nın nereye gitmesi gerektiği ve nasıl bir ürün yol haritası ile ilerlenebileceğini şekillendirmek de yine geceleri beni de uyutmayan konulardan biriydi.

Sonra marka kimliği konusu vardı aklımda ama hem pozisyonum, hem Arzum büyük bir kimlik yeniliğine henüz hazır değildi, küçük dokunuşlara karar verdik ve Arzum’un marka kimliğini markanın logosu da dahil olmak üzere sadeleştirip daha ürün ve inovasyonun ön planda olduğu bir hale dönüştürdük.

Bir yandan da kendi tasarımımız olan ürünleri geliştirmeye de devam ediyorduk ve yaklaşık 1 yıl sonra ürünlerimizi pazara sunmaya başladık. Prostick, Tostcu, Heptaze, Technoart o dönem çalışmalarının meyvesi olan başarılı işlerimiz ve hala da ürün gamımızda olan ürünler

Arzum mutfakta çok kuvvetli bir markaydı ve tüketiciler renk, desen, tasarım, şıklık, inovasyon, kolaylık herşeyi Arzum’dan bekliyor ve istiyorlardı. Renk işini ciddiye aldık yani ve 2015 yılında “Marin ve Mercan Serisi” lansmanını yaptık, sektörde büyük bir heyecan yaratan bu renkler uzun yıllar büyük başarı getirdi, pazarı ve rekabeti şekillendirdi.

2015 Eylül’ünde Arzum’da büyük bir değişiklik oldu ve tarihinin ilk CEO su göreve geldi. Sevgili Mete Zadil ile ilk birebirimizin tadını ikimiz de unutamayız herhalde.. Ardından sık sık görüşmeler, hayallerimizi ortak hayaller haline getirme seanslarımız, bazen bir pub da küçücük bir peçete üzerine yazılan büyük hamleler.. Aynı yere baktığımızı hissetmem ve bende 1,5 yıl sonra oluşan kendimi ilk kez bir ekibe dahil hissetme hali.. sevdim bu duyguyu, iyi geldi..

Ocak 2016’da artık Pazarlama fonksiyonları da bana bağlanmış, icra kurulu yapısı ve işleyişi, ortak hayallerimiz ve 5 yıl sonra nerede olmak istediğimiz netleşmişti ve herkes ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu.

Artık daha da hızlanma ve tam gaz ilerleme zamanıydı.

“Halka Arza giden yolculuk” bölümü için aşağıdaki linkten ilerleyebilirsiniz.