Yüzleşme

Hediye kitapları çok seviyorum, muhakkak çok iyi çıkıyor, çünkü hediye eden sizi, dünyanızı biliyor ve hediye ettiği kitabı çoğunlukla okumuş ve eşleştirmeyi kafasında çoktan yapmış oluyor, yani okumak için harcayacağınız zamanın boşa gitmesi gibi bir risk neredeyse yok.

Bu sefer de öyle oldu. Kitabı sevgili Murat Kolbaşı hediye etti ve ben hemen söylediğim sebeplerle okuma listemin ön sıralarına çektim, zira başlığı da hemen okumaya başlamam için beni çağıran bir başlıktı; yüzleşecektik, yüzleşmeliydik. 26 yılını sanayide geçiren biri olarak okuyacaklarımda muhakkak benim de payıma düşen bir geri bildirim vardı. Kitabın yazarı da makina sanayisinin doğum yeri olan Perşembe Pazarı’nda çocukluğu geçen ve 40 yılı aşan sanayicilik yolculuğunda bir çok başarılara imza atan ama topyekün gelişmişlik seviyesine çıkmak için bireysel başarıların yeterli olmadığını bilen ve bunun için yapılması gerekenleri biriktirerek elimdeki kitap aracılığıyla Türkiye’yi vasatlıktan çıkarmak için yapılması gerekenleri aktarmak isteyen Dalgakıran Kompressor firmasının CEO su Sayın Adnan Dalgakıran’dı.

Kitabın her bölümünü paragraf altlarına notlar alarak, yazarak çizerek okudum. Hem fikir olmaktan, evet evet diyerek okumaktan, bazı bölümlerde 26 yıldır aynı sektöre emek veren bir mühendis, bir lider olarak iş yapış şeklimize getirmeye çalıştığım yaklaşımların tanımını birebir okumaktan hem keyif aldım, hem de hırslandım ve daha çok anlatmalıyım, daha çok uğraşmayalım, bu bir mücadele hem yılmamalı, hem de böyle bakan insan sayısını arttırmak için ben de daha fazla insana dokunmalıyım diye düşünerek kitabı bir solukta bitirdim.

Kitabın sadece bir bölümündeki “Yaratıcı Sınıf” yaklaşımına yazımda yer vermek istiyorum ama tavsiyem sanayi dünyasının bu kitabı okuyup kendisine aynen yazarın kitabın sonunda hazırladığı gibi bir karne çıkarması ve herkesin kendi karnesinin puanlarını yükseltmek için yapması gerekenleri bir kenara not almasıdır, bireylerin karneleri toplumun karnesini o da Türkiye’nin karnesini vasatın üzerine çıkaracaktır.

Kitap bizi vasatlığa mahkum eden kurumsal kültür meselesini anlayabilmek için 3 başlığı irdeliyor

  • İş Dünyası
  • Sivil Toplum
  • Devlet/Kurumlar/Yargı

İş Dünyası bölümünde son 300 yıldan bu yana küresel ekonomik refah paylaşımında niçin %0,7-%1,3 bandına sıkışıp kaldığımızı Türkiye’nin “eski köye yeni adet getiren ” ve “durduk yere icat çıkaran” Yaratıcı Sınıfa yaklaşımında araması beni kalbimden vuran bir giriş oldu.

Yazarın kendi deyimiyle kafa yakan bir sorusunu burada da sormak istiyorum ve evet.. herşey doğru bir soruyla başlar!

Endustri Devrimi niçin İngiltere’de başladı ve Londra nasıl oldu da 1750lerden itibaren Endustri Devriminin tüm icatlarının/patentlerinin %80inin alındığı bir şehir haline gelebildi?” Cevap Londra’nın her deli fikir sahibini, maceracı sermaye sahiplerini çeken icadı teşvik eden idare yapısı, fikri mülkiyet haklarını koruyan güçlü hukuk alt yapısı ve nispeten daha yüksek ücretler, daha düşük enerji ve Arge maliyetlerini bulabileceği bir icat cenneti olması yani bir “Yaratıcı Sınıf” cazibe merkezi olması.

Yaratıcı Sınıf, yaratıcılıklarıyla ekonomik katma değerler kazandıran kişilerden oluşuyor. Yazar bu sınıfa bilim insanları, mühendisler, mimarlar, tasarımcılar, yazarlar, sanatcılar, müzisyenler ve yaratıcılığı yöneticilikte, eğitimde, sağlıkta, hukukta ve diğer mesleklerde ana faktör olarak kullanan herkesi dahil ediyor.

Global Creativity Index’ine göre Türkiye 3 T kriterlerine göre yani Technology, Talent ve Tolerans’a bakılarak 139 ülkenin sıralandığı endekste 88.sırada, yani vasatın bile altındayız. Tam da bu noktada yazar bir T daha ekliyor ki bence çok ama çok yerinde bir ekleme; Toprak (Territory), 1800lerin Londrası, şimdilerin San Fransisco’su küresel yaratıcı sınıf için cazibe merkezi olduysa bu mekan olarak bu sınıfı cezbedebilme kapasitelerinden kaynaklanıyor.

Cornell Üniversitesi tarafından Küresel Innovasyon Endeksine göre 129 ülke arasında 49. sıradayız.

WIPO nun yayınladığı bir endekse göre ise Türkiye 100 üke arasında tam 50.sırada. Yani söz konusu olan “yaratıcı sınıf” ve “inovasyon kapasitesi”nde hep dünyanın ortalarında bir yerdeyiz.

Bütün ülkelerde %90-%95 halk aynı ve farkı yaratan ise o %5-10luk yaratıcı ve yüksek nitelikli insan kaynağının kalitesi veya kalitesizliğidir diyen kitapta asıl can alıcı soru geliyor: Biz yaratıcı sınıf istiyor muyuz? yaratıcı sınıf talebine seçkincilik olarak bakıp onları bezdirmek, kaçırmak, susturmak mı istiyoruz?

Kendi topraklarında yetişenleri tutabilmek kadar dışarıdan da yaratıcıları çeken bir yaratıcı sınıf ortamı yaratmayı gerçekten istiyor isek nelerin değişmesi gerektiğine değinilen kitapta tam da bu noktada suratımıza tokat gibi çarpan şu cümleyi de yazmam gerekiyor.

” Yaratıcı sınıfını oluşturmamış Türkiye’de sanayicilik insanı bezdiren türden kaliteli bir hamallıktır”

Devamı kitabın sayfalarında..

Bilinen hali yeterli mi?

Innovasyon için ilk neye ihtiyaç var derseniz, belirsizlik derim. Gizli bir ihtiyacı, çözülmemiş bir sorunu, gri kalmış belirsiz alanları görme ile başlayan innovasyon sürecinin anahtar sorusu bende hep aynıdır. “Bu sorunun çözümünün bilinen hali yeterli mi?”

Peki iyi bir fikirle başlayan ve konsept tasarım, modelleme, doğrulama ve üretim süreçleri ve nihayetinden tüketici deneyimi ile son bulan innovasyon yolculuğunda iyi fikre nereden ve nasıl ulaşabiliriz?

İyi fikir için iyi gözlemci olmak ve etrafınızdaki insanları, sokağı, işleri ve yapılış şekillerini, yaşam trendlerini ve bunun toplum üzerindeki yansımalarını çok iyi gözlemlemek gerekir.

Bir örnek vereyim.

İnsanlar sağlıklı gıdaya ulaşmaya çalışırken, gıda fiyatları artarken, gıda israfına bir hassasiyet gelişmişken sizin bir elektrikli sefer tası ile evde pişmiş, sağlıklı, her an sıcacık bir yemek yeme özgürlüğü sunmanızın tüketicide karşılığı olur mu? cevap Evet. O zaman soruyu nasıl sormuş olabiliriz?

Ev dışında beslenmenin bilinen hali yeterli mi?

Bu sorunun cevabını aramak üzere çıktığımız yolun sonunda bugün Türkiye’nin ilk elektrikli sefer tası Foodie’yi ürettik ve pazara sunduk. Foodie ile ilgili kullanıcılardan o kadar güzel yorumlar geliyor ki bir kez daha iyi ki merak ediyoruz, iyi ki soruyor, düşünüyor ve çalışıyoruz diyorum.

Linkini paylaştığım yazı da Milliyet Gazetesi Blog da köşe yazıları yazan yüksek Gıda Mühendisi sevgili Nermin Özge Bilge’nin yazısı.

Yazıdaki son cümleyi keyifle okudum, sizinle de paylaşmak isterim.

“Sevgili Foodie, Sen 2021’in uçan araba haberi olmasan da bizler için gıda sektöründe buna eşdeğer bir habersin. Seni çok sevdik ve aramıza hoş geldin!”

“Sevgili Foodie, sen 2021’in uçan araba haberi olmasan da bizler için gıda sektöründe buna eşdeğer bir habersin. Seni çok sevdik ve aramıza hoş geldin!”

http://blog.milliyet.com.tr/elektrikli-sefer-tasi/Blog/?BlogNo=627841

Hoşbulduk!

şimdi siz de etrafınıza bu gözle bakın, bir sorun tespit edin, bilinen çözümler yeterli mi? yoksa orada bir öğrenilmiş çaresizlik, bir kabullenme mi var? o zaman orada bir fırsat var! Başlayın nefesinizi tutup derine doğru gitmeye, bakalım ne tutup çıkaracaksınız açığa !

İçimizden gelen sesi dinlemeliyiz!

Disney’in Konsept Tasarımcısı Luc Mayrand ‘ın bir sözü hep aklımdadır. “Mantığınızın sizi iyi bir fikirden uzaklaştırdığını farkederseniz önce mantığınızı sorgulayın, sonra fikri sorgulayın. Mantık tasarımın ve hikayenin gücünden daha az etkilidir.”

Bugün eskisinden çok daha fazla dataya sahibiz. Kendimizi dataların bize sunduğu konfor alanında çok iyi hissettiğimiz şüphesiz. Alınan kararların arkasına bir data koyabilmek normal dünyada kafamızı yastığa rahat koymamız için yetiyor ama peki mantığımızla harmanlanmış bir data analizi innovasyon için yeterli mi?

Mantık ve data temelli bir analiz her zaman yenilikçi fikir karsında bir argüman bulacaktır. Aslında mantık ve data bu anlamda işini de yapıyordur ve ona alan bırakmak daha verimli ve yaratıcı olmak için güzel bir karşıt araçtır ama dikkatli kullanılmazsa fikri öldürebilir, enerjiyi söndürebilir. Sezgileriniz doğru yolda olduğunuzu söylüyor ise her şeye rağmen bir müddet daha sezgilerinizin peşinden gitmeniz tünelin ucundaki ışığa sizi ulaştırabilir.

İç sesinizi duyabilmek bir beceri işidir ve herkes yapabilir ama bolca pratik yapmak gerekir. Yapılan her işe mantıkla, datayla baktığınız kadar “kalbim ne diyor ” diye de bakmaya başladığınızda sezgilerinizin gücünü kullanmanın pratiğini de yapmaya başlarsınız.

Bu noktada bahsettiğim sezginin günlük sıradan sezgiden çok bilgi, tecrübe, gerçeklikten beslenen bir sezgi olduğunu da hatırlatmak isterim. Belli bir alanda derinlemesine deneyim edinmişseniz beyninizin için kıyaslama için kullanabileceğiniz ciddi bir data birikmiştir. Bu birikim sezgiyi çok daha kaliteli bir araç haline getirir.

Sezgileri ifade etmek hiç kolay değildir. İnsanların buna yüreklendirilmesi gerekir. Data temeli olmayan işlerin güvenilirliği ne kadar sorgulanırsa sezgilerin işe katılmadığı işlerin başarısı da o kadar sorgulanmalıdır. Siz veya çalışanlarınız aşırı analiz ile iç sesinizi duyamayacak kadar baskı altında olabilirsiniz, bu durumda masanızdan kalkın ve bir sakin alanda iç sesinizi duymak için bir alan açın ve kendinizi sakince dinleyin. İyi dinlerseniz sizi tasarımda, innovasyonda doğru yola götüren en iyi araçlardan birinin de sezgileriniz olduğunu göreceksiniz.

İlham verici ve aynı zamanda bulaşıcı da olan bu alanı etrafınızdakilerin de kullanabilmesi için onlara bir innovasyon veya pazarlama fikrini tartışırken ne hissettiklerini sorun. İlk anda buna hemen cevap alamayabilirsiniz ama bir kere fitili yaktınız artık. Yüreklendirmeye ve sormaya devam ederseniz mantık, data ve analiz kadar kuvvetli bir innovasyon aracınız daha artık elinizdedir.

Analitik düşünme ile iç sesini dinlemenin birbirinin karşıtı olmadığını birbirlerini tamamlayan ve birlikte hareket edebilen iki kuvvetli araç olduğunu bilmek ve ikisinin de pozitif yönlerini alarak ilerlemek yaratıcı işler çıkarmak için en ideal yaklaşımdır.

Hızlı hızlı başarısız olmalıyız!

Yıllardır hem düşünüp hem de aksiyon almak için kendi ekosistemimi zorladığım konu şu pandemi döneminde artık hemen her gün kafa yorduğum bir şey haline geldi. Dijital dönüşüm baş döndürücü bir hızla gerçekleşti, teknoloji neredeyse elimiz ayağımız oldu. Evlerimiz sadece evimiz değil ofisimiz, cafemiz, restaurantımız, sinema salonumuz, spor salonumuz oldu. Sağlık tarama testlerimizin evde yapıldığı, sonuçların doktora direk ulaştığı ve görüşmelerin bir tuşla gerçekleştiği günlerin içindeyiz. Evleri robotlar temizlesin, cihazlar kahve demleme, yemek pişirme tarzımızı öğrensin istiyoruz. Kendi zekamız harika da olsa yapay zekanın da artık bir katman oluşturması ve ikisinin kombinasyonu hibrit bir insan olma yolunda kabullerimiz ve ihtiyaçlarımız artıyor. Bundan sadece 2-3 yıl önce sosyal medya kullanmaya başlayan anneanneleri dedeleri kutlarken onların da bakım için evde kendilerine bir yardımcı robot isteyecekleri, ilaçlarının saatini hatırlatacak ve hatta yataklarının başına getirecek bir yardımcıyı yadsımayacakları ve hatta kaynaklarını buna aktarmak isteyecekleri aşikar. Annemin ikide bir robot süpürgelerle ilgili soru sormasından bile anlayabiliyorum bu dramatik değişimin işaretlerini.

Peki teknoloji tüketmede hal böyleyken, biz teknolojiyi üretmede daha ne kadar geri kalacağız? Hızlanmak için ne yapmalıyız? Bu sorunun cevabını bir çok açıdan ele almak istiyor ve bugün inovasyonda “cesaret” konusu ile başlamak istiyorum.

Korkusuz bir yaklaşım, sizi ve çevrenizdekileri hele de bu belirsizlik çağında inovasyon konusunda cesaretlendirir. Korkusuz olmak derken mantıksızca hareket edip bir anda her şeyi tepetaklak etmekten bahsetmiyorum. Makul ve mantıklı, motive edici korkusuzluk bizim dinamik ve yenilikçi olmamızın önünü açar. Yenilikcilik için korkmanız gereken tek şey “vasatlıktan” korkmaktır. Korku aslında yeni ve taze bir şeylere yaklaştığınızın da habercisidir. O noktada üstüne giderseniz altından yeni bir inovasyon sahası çıkma ihtimali çok yüksektir.

Korkusuz olmak için “başarızlık” fikrinden korkmamak gerekir. Burada zihnimizin bize yaptığı oyunlardan da bahsetmek isterim. Başarızlık fikri aslında bir düşüncedir ve çoğunlukla da zihnin bize bir oyunudur. Son dönemde okuduğum ve çok keyif aldığım Piraye’nin SEYIR kitabında da bu konu harika işlenmişti. Zihin eğer sürekli başarız olmayı düşünürse , endişeler öylesine güçlü bir fren olacaktır ki başarısız olmanız kaçınılmaz hale gelir. Özel hayatta da, iş hayatında da zihnin bu oyunlarına gelmemek başarının sırlarından biri.

Başarısız olma fikrinden bir çoğumuz uzak durmaya çalışıyoruz ama söz konusu inovasyon ise bu çok yanlıştır. Inovasyon yapmak için hata yapmak konusunda rahat olmanız gerekir. Hem kendi cesaretiniz, hem de içinde bulunduğunuz ortamın sizi cesaretlendirmesi çok kıymetlidir. Hata yapmanın başarma sürecinin bir parçası olduğunun kabul edildiği bir kültür yaratabilirsek, inovasyon yarışında biz de varız diyebiliriz.

Kendinizi ve bulunduğunuz ortamı başarısızlığın inovasyonun ayrılmaz parçası olduğuna ikna edin. Korkunuzu azaltmak, belirsizliğin altındaki hazinenin heyecanını duymak öğrenilebilecek bir beceridir ve bu beceri sizi eski bir atasözünün de dediği gibi “hızlı hızlı başarısız ol” maya ve böylece o inovasyona olabilecek en hızlı zamanda kavuşmanıza motive edecektir.